18.2.22

#Felsefe Notları - 7

 #Felsefe Notları - 7

      Teknolojimiz ne denli güçlü ve şirketlerimiz ne denli karmaşık olursa olsun, modern çalışma yaşamının en dikkati çeken özelliği belki de, sonuçta bakış açımızın bir yönüne kaynak oluşturan içsel bir olgudur: Yaptığımız işin bizi mutlu gerektiği yolunda, çoğu kişi tarafından paylaşılan bir kanıdır yani. Tüm toplumlar işe daima çok büyük önem vermiştir, ama çalışmanın bir ceza yahut eziyet olmadığını düşünen ilk toplum bizimkisidir. İlk kez biz, finansal bir zorunluluğun yokluğunda bile çalışmamız gerektiğini düşünüyoruz. İş seçimimizin bizim kimliğimizi belirleyeceği o denli benimsenmiştir ki, yeni tanıdığımız kişilere sorduğumuz en ısrarlı soru, nereli oldukları ya da ana babalarının kimler olduğu değil, ne yaptıklarıdır ve anlamlı bir varoluşa giden yolun mutlaka, kazançlı bir iş kapısından geçmesi gerektiğine dair varsayım çok güçlüdür.
      Bu her zaman böyle değildi. M.Ö. 4. yüzyılda Aristo, insanın ruhsal tatminiyle parasal durumunun arasında yapısal bir uyumsuzluktan söz ettiğinde, iki bin yıldan daha uzun sürecek bir yaklaşımı dile getiriyordu. Çünkü Yunan düşünüre göre, finansal ihtiyaç kölelere ve hayvanlara mahsustu. Kol emeği, aklın tüccar yanları gibi durumlar psikolojik bozukluğa yol açardı. Yurttaşlara, müziğin ve felsefenin armağan edeceği yüksek zevkleri yaşama fırsatını ancak, özel bir gelir ve boş geçen bir yaşam verebilirdi.
      Erken Hristiyanlık Aristo'nun yaklaşımına, çalışmanın getireceği sefaletin Adem'in günahlarından kefaret etmek için uygun ve güvenli bir yol olduğu şeklinde, daha da karanlık bir doktrini kattı. Yeni bir ses ancak Rönesans gelince duyulmaya başlandı. Leonardo ve Michelangelo gibi büyük sanatçıların biyografilerinde, pratik çalışmanın şeref ve şanından ilk kez söz edildiğini duyarız. Bu yeniden değerlendirmelere ilk önceleri sadece sanatsal çalışmayla ve hatta bunun en yüceltilmiş örnekleriyle sınırlıysa da, zamanla hemen hemen tüm uğraşları kapsar hale geldi. 18. yüzyılın ortalarında Diderot ve D'Alembert, Aristo'nun tavrına doğrudan karşı çıkarak, ekmek yapmada, kuşkonmaz ekmede, bir yel değirmenini kullanmada, demirden gemi çapası yapmada, kitap basmada ve bir gümüş madenini işletmede var olan özel dehayı ve zevki kutsayan makalelerle dolu, 27 ciltlik Encyclopedie'lerini yayınladılar. Bu metinlere, bu tür işlerin yapılmasında kullanılan aletleri gösteren resimler eşlik ediyordu.

 
Bunların arasında kasnaklar, maşalar ve mengeneler, okuyucuların tam olarak ne işe yaradığını her zaman anlamayabileceği, ama yine de, ustalık gerektiren, saygın amaçlara yönelik bir çabaya yardım eden şeyler olduğunu kabul edecekleri birtakım aletler vardı. Alexandre Deleyre, Normandiya'daki bir iğne yapım atölyesinde bir ayını geçirdikten sonra, bir metal kütlesini, düğmeleri dikmede kullanılan ve genellikle pek dikkat edilmeyen o becerikli aletlerden birine dönüştürmek için gereken 15 aşamanın saygıyla tarif edildiği, Encyclopedie'nin belki de en etkileyici makalesini yazdı.
      Ciddi bir bilgi özeti olmak iddiasındaki Encyclopedie aslında, çalışmanın soyluluğuna yazılmış bir şükran şarkısıydı. Diderot, "Sanat" adlı bölümde, sadece 'liberal' sanatlara (Aristo'nun Müzik ve Felfesesine) saygı gösterip, bunların (saat yapmak ve ipek dokumak gibi) mekanik eşdeğerlerini görmezden gelenlere çatarak, içindekileri açığa vurdu: "Liberal sanatlar kendi övgü şarkılarını yeterince söyledi; şimdi seslerini mekanik sanatları övmek için çıkarmalılar artık. Liberal sanatlar, mekanik sanatları, çok uzun zamandır önyargılarla yaklaşılmalarına yol açan aşağılamalardan kurtarmalıdır."
      18. yüzyıl burjuva düşünürleri böylece, Aristo'nun formülünü baş aşağı çevirdiler: Yunanlı düşünürün boş gezmekle özdeşleştirdiği ruhsal tatminler bu kez çalışma dünyasına aktarılırken, finansal bir karşılığı bulunmayan işlerin önemi tümüyle boşaltılıp, bunlar eğlence meraklısı kişilerin rastgele gösterdiği bir ilgi durumuna düşürüldü. Bir zamanlar, çalışan birinin insan olması mümkün değil gibi görülmüşken, şimdiyse boşta gezen birinin mutlu olması mümkün görünmüyordu.
      İşle ilgili yaklaşımlarda görülen bu evrimin, aşka dair düşüncelerde de şaşırtıcı paralelleri vardı. 18. yüzyıl burjuvazisi bu konuda da, zevkli olan gerekli olana bağladı. Cinsel tutkuyla, bir aile biriminde çocuk büyütmenin pratik gereksinimleri arasında bir çelişki bulunmadığını ve dolayısıyla -tıpkı bir parasal kuruluştan zevk alınabileceği gibi- evlilikte de aşk ilişkisi olabileceğini savundular.
      Avrupa burjuvazisi bizimi hâlâ mirasçısı olduğumuz bu gelişmeleri başlatarak, gerek evliliği, gerekse çalışmayı, o güne dek aristokratlar tarafından karamsar - yahut belki de gerçekçi- bir şekilde, sadece aşk maceralarında ve hobilerde görülebilen ruhsal tatminler diyarına terfi ettirecek ciddi adımlar attı.
                           

                    Alain de Botton - Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı*