24.7.22

#94

Arka planda 

#94

Yağmurun hafif tıkırtılarıyla, damlaların konuşmalarına yakın olabilmek güzel; çamların değişmez yeşilini gülümseten şu günde olabilmek güzel; vazgeçip yaşamın beliren yönünden, benliğinle yan yana oturabilmek güzel; korkmadan her defasında yokluğun yerini hatırlamak, bilmek güzel; bulanıklaşan hayatın görüntüleri ardından yılmadan, bıkmadan kendine seslenmek güzel.
 

2.7.22

#Felsefe Notları - 9

Arka planda 

#Felsefe Notları - 9

Akıllıca bir Mizantropi

(Mizantropi: insanlardan ürkmek, nefret etmek veya sevmemek)
  
  Eğer davranışlarımızla ilgili bize yöneltilen sağlam eleştirileri dikkate alıyor, hırslarımızla ilgili endişeleniyor ve onları dert ediniyorsak, eğer başarısızlıklarımızla ilgili kendimizi yeterli ölçüde sorumlu hissediyorsak; üstelik bütün bu gereklilikleri yerine getirmemize karşın toplum hâlâ bizi aşağı bir statüde yer almaya layık görüyorsa, işte o zaman Batı geleneğinin en önemli filozoflarından bazılarının izinden gittiği bir yaklaşımı biz de pekâlâ benimseyebiliriz. Etrafımızı saran değerler sisteminin hoşumuza gitmeyen yönleriyle ilgili paranoyaya kapılmaksızın, aşırı derecede kendimizi savunmaya ya da gurur maskesinin ardına saklanmaya kalkışmadan, basitçe "akıllıca bir mizantropi" adını verebileceğimiz bir duruş edinebiliriz kendimize.
 
   Felsefecilerin uzun yıllardır öne sürdükleri ana düşüncelerden birine göre, başka insanların yargılarını eni konu ele aldığımızda, önce bizi biraz üzen ama ardından yüreğimizi ferahlatan bir sonuca varırız: Toplumun çoğunun görüşleri, çoğu konuda, olağanüstü yanılsamalı ve hatalıdır aslında. Kendisinden önceki ve sonraki filozofların nesiller boyu sergiledikleri mizantropik yaklaşımı söz döken Chamfort, meseleye çok basit bir yerden bakmıştır. "Halkın görüşü, görüşlerin en beteridir."
   
   Halkın görüşlerinin bu derece kusurlu olmasının temel nedeni, halkın, görüşlerini akılcı düşüncenin dikenli ellerine teslim etmekten kaçınması ve bunun yerine sezgilere, duygulara ve geleneklere bel bağlamasıdır. "Emin olun ki genel olarak kabul gören her fikir ve toplumun onayladığı her kavram eninde sonunda salaklığın daniskasıdır; çünkü çoğunluğun ilgisini çekmeyi başarmıştır" diye bir gözlemde bulunuyordu Chamfort. İnsanların öve öve bitiremedikleri toplumsal yargılarınsa aslında toplumsal saçmalıklar olduğunu da sözlerine ekliyordu. Toplumsal yargılar; aşırı basitleştirmenin, mantıksızlığın, önyargıların ve sığlığın elinde kurban olmuş düşüncelerde oluşuyordu: "En absürd gelenekler ve en komik törenler şu cümlenin söylenmesiyle bir anda mazur görülüyor: ne yapalım, gelenek böyle."
 
   Halkın görüşlerinin son derece sığ olduğunun bilincine varmak biraz acı verebilir belki; ancak bu fark edişle birlikte statü endişemiz biraz dinebilir, başkalarının bizim hakkımızda iyi şeyler düşünmeleri gerektiği konusundaki bitmek bilmeyen tutkularımız ve sevildiğimize dair dur durak bilmeden işaretler arayan alıngan halimiz ortadan kalkabilir.
   Başkalarının onayını alma ihtiyacımız temel olarak iki tür nedene dayandırılabilir: ilki cismani nedenlerdir, çünkü toplumun bizi hor görmesi fiziksel rahatsızlığa ve tehlikeye yol açabilir; ikincisi psikolojik nedenlerdir, çünkü eğer başkaları bize saygı göstermezse bizim kendimize olan güvenimiz tehlikeye düşebilir.
   İşte bu ikinci sırada yer alan psikolojik nedenlere bağlı hislerden sıyrılabilmek için felsefi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Çünkü felsefi bir yaklaşımla birlikte, her bir karşı çıkışın ve hor görülmemizin bizi yaralamasına izin vermek yerine başkalarının davranışlarındaki adaleti sorgulama fırsatımız olur. Böylece bir yargının bizim kendimize güvenimizi sarsabilmesi için yalnızca bizi kahretmesi yeterli değildir, aynı zamanda doğru bir yargı olması gereklidir. İnsanlardan onay beklerken mazoşistik bir süreç içine girmekten kaçınır ve onların görüşlerinin gerçekten dinlemeye layık olup olmadığını sorarız önce kendimize. işte bu sorgulamanın sonucunda da bize sevgi göstermelerini beklediğimiz insanların zêkalarının yakından inceleme fırsatı bulur ve aslında onlara yeterince saygı göstermediğimizi fark ederiz.
   İşte o zaman nefretle dolar içimiz ve başkalarının bizi aşağıladığı ölçüde biz de onları aşağılamaya karar veririz. Felsefe tarihi boyunca sayısız örneğine rastladığımız mizantropik duruşun ta kendisidir bu.

   "İnsanların akıllarında dönüp duran düşüncelerin batıl ve gereksiz bir doğası olduğunu; görüşlerinin sığ, duygularının değersiz, yargılarının saçma, hatalarınının da sayısız olduğunu gerçekten kavrayabildiğimizde ve tüm bunlara dair yeterince bilgi sahibi olduğumuzda, bize gerekli olan kayıtsızlığa erişmiş olacağız... İşte o zaman, başkalarının görüşlerine fazlasıyla değer veren kişinin, aslında onlara hak ettiğinden fazla şeref bahşettiğini anlayacağız." demişti Schopenhauer. Kendisi, mizantrop filozofların önde gelen örneklerinden biriydi.
   Ünlü filozof Parerga and Paralipomena (1851) adlı eserinde başkaları tarafından hoş karşılanma ve sevilme ihtiyacımızı ortadan kaldırabilmek için yapılabilecek en iyi şeyin, onların gerçek karakterlerine odaklanmak olduğunu ileri sürdü. Çünkü Schopenhauer'e göre insanlar büyük ölçüde salak yaratıklardı, insanlıktan uzaktılar. "Dünyanın her yerinde toplumun en önde gelen eğlencelerinden biri iskambil oynamaktır. İskambil oyununun bu derece yaygınlaşmış olması toplumların değer düzeylerini ve bütün fikirlerinin apaçık iflasını ortaya koyan bir durumdur" diyordu. Üstelik iskambil oynayanlar genelde sinsi ve ahlaksızdı: "Namussuz alçak terimi ne yazık ki bu dünyada çok sayıda insan için kullanılabilecek bir terimdir." İnsanlar kötü niyetli olmadıkları durumlarda da ahmakça davranıyorlardı. Schopenhauer, Voltaire'in sözlerini onaylayarak alıntılıyordu: "Dünya, konuşmaya bile değmeyecek insanlarla doludur."
   Schopenhauer soruyordu: Bu insanların görüşlerini gerçekten ciddiye alabilir miyiz? Onların o ahmakça yargılarının bizi yönetmesine izin vermeyi sürdürecek miyiz? Kendimize olan saygımız, bir grup iskambil tiryakisinin ellerine teslim edilebilir mi? Bu saygı ne kadar değerli olabilir? Ya da Schopenhauer'in sözleriyle aktaracak olursak: "Bir müzisyene, bir iki kişi dışında seyirci kitlesinin tümüyle sağırlardan oluştuğu söylenecek olsa, müzisyen yine de seyircinin coşkulu alkışı karşısında kıvanç duyabilir miydi acaba?"

   Aslında önümüzü gayet aydınlatan bu insanlık eleştirisi, tek bir dezavantaj içerir: bu düşüncenin sonunda yanımızda yöremizde pek arkdaşımız kalmaz pek. Schopenhauer'in yine kendisi gibi mizantropiden mustarip arkadaşı Chamfort bu durumu şu sözlerle dile getirmiştir: "Yalnız ve yalnız bize ahlaklı ve erdemli bir yaklaşım sergileyen, sağduyuyla ve akıl gücüyle hareket etmesini bile insanları göreceğimize; gelenek göreneklerin etkisinde kalmayan, toplumun sahte nezaketlerinin gerektirdiği törenleri ve saçmalıkları es geçebilen insanlarla görüşeceğimize karar verdiğimizde; yani bir kez bu kararı verdiğimizde (zaten bu kararı vermezsek eğer, yaşamımızı salaklık, zayıflık ve kötü niyetle geçirmek zorunda kalırız), hemen hemen tamamını yalnız geçireceğimiz bir yaşamla karşı karşıya kalırız."
   Schopenhauer bu yalnızlık olasılığını seve seve kabul etti. "Dünyada tek bir seçim vardır: kişi ya yalnız olmayı ya da kabalığı seçer" diyor, gençlere, yalnızlıkla nasıl başa çıkılacağının öğretilmesi gerektiğini söylüyordu ısrarla: "Çünkü insan ne kadar az başkalarıyla iletişim kurmak zorunda kalırsa o kadar iyi durumda demektir." Schopenhauer'e göre aklı başında herkes insanlarla bir süre yaşadıktan ve çalıştıktan sonra "toplumsal yaşamdan elini eteğini çekmek isteyecektir; bir okul müdürünün, etrafını saran gürültücü ve yaygaracı çocukların oyununa katılmak konusunda ne kadar niyetsiz ilse, o da etrafındakilerle iletişim kurmak konusunda o kadar niyetszi ve isteksiz olacaktır."
   Ancak kişinin insanlardan uzak durmaya karar vermiş olması, illa ki yanında hiç arkadaş istemediği anlamına gelmemelidir. İnsanlardan uzak durma kararı, kişinin elinde olanlarla tatmin olamadığını ima eder aslında. Chamfort'un sözleriyle ifade edecek olursa: "Yalnız yaşayan adamın toplumdan nefret ettiği söylenir çok kez. Oysa haydutların gezdiği bir ormanda yürümeyi sevmeyen bir adamın yürümekten hiç mi hiç hoşlanmadığını söylemek gibi bir şeydir bu."

   Toplumdan uzak, kendi köşelerinde araştırmalar yürüten filozoflar, dışarıdan gelecek onay ya da yergilerin izini sürmek yerine kendi içsel bilincimize kulak kabartmamız gerektiğini söylerler bize. Önemli olan, tümüyle rastlantı sonucu bir araya gelmiş bir grup insana nasıl göründüğümüz değil, kendi bildiğimiz halimizle ne olduğumuzdur.


Alain de Botton - Statü Endişesi