17.12.22

#98

Arka planda

#98

Bir yanım olabildiğine ormanın koyu yeşilliği, bir yanımda ışıldayan güneşin hafif sıcaklığı; yaklaşan gün batımı karşısındayım. Uzun yıllar boyunca belki, şu halde oturup rahatça yazabilmek için neler neler yaşamam gerekti. Şubat'ın bir şeyleri anlatmaya çalışan soğuk rüzgârı dağıtırken saçlarımı ve yığınlaşan düşüncelerimi; durgun ve süreğen haliyle yaşayabilmek biraz olsun şu dakikaları ne güzel, yeniden ve yitirmeden. Şahit olmadığım mevsimler burada yaşanmış ve bitmişken; yaklaşan baharın hisleri ve göz kırpışı kalbimde yerini hazırlıyor. Ellerimin ucundaki harfleri bir yaşamı daha şekillendiriyor, biz hiç fark etmeden.
 
 

17.11.22

#97

Arka planda

#97

Her şeyin bitmekte bir zamanı var. Kendine gelmeye çalışılan bir sabah, yeni aldığın bir haberle değerini anlayamadığın herhangi bir şey sona erer, bilemezsin. Oysa akşam yine belirsiz mavimsi siyahıyla yakınlaşır pencerelere, zorda bırakır yalnız halleriyle dışarıyı seyreden gözleri. Sevdiğin köşende tedirgin burukluğunla yazmaya koyulursun sakince içinden geçenleri. Oysa hayatın yine güzelliklere, taze nefeslere yol alır gibidir; geride kalan günlerin, her şeye rağmen dolu dolu olmaya çalıştı; unutma bunları, gerisini merak etme.
 

5.10.22

#Felsefe Notları - 11

Arka planda 

#Felsefe Notları - 11

101.Mektup - Seneca(m.ö. 4 - m.s. 65)'dan Lucilius'a

   
   Her gün, her saat ne kadar bir hiç olduğumuzu gösteriyor; yeni kanıtlarla bedenimizi unuttuğumuz narinliğini anımsatıyor bize. Ölümsüzlük hayali içinde olanları ölümü göz önüne almaya zorluyor. "Bu giriş de niçin?" diye sorarsan, dinle şimdi: Roma atlısı, o saygıdeğer, nazik Cornelius Senecio'yu tanırsın. Önemsiz görevlerden başlayarak kendi gayretiyle ilerledi, başka görevler için çıkacak bir tek basamağı kalmıştı. Mevkiler, başlangıçtan sonra daha kolay gelişir. Para, fakirliğin içinde çok yavaş birikir; insan fakirlikten zar zor çıkana kadar para da yerinde sayar durur. Zenginliğe erişmişti artık Senecio; bu varlığa çok etkili iki niteliği ulaştırdı onu: Hem kazanmayı hem de korumayı biliyordu. Bunlardan yalnızca bir tek onu zengin etmeye yetebilirdi. Çok sade yaşamı olan, bedenine de varlığına da çok özen gösteren bu adam, bu sabah adeti üzere beni görmeye geldi; bütün gününü yatağa düşmüş, çok hasta, yaşamdan umut kesilmiş bir arkadaşının başucunda gece geç vakte kadar oturarak geçirmiş. Sonra neşeyle yemek yerken ağır bir hastalık yapışmış boğazına, bir anjin ağrısı. Sabaha kadar daralan boğazından zor soluyabiliyordu. Sağlam, sağlıklı bir insanın yapabileceği bütün görevlerini yaptıktan sonra birkaç saat içinde öldü gitti. Senecio hem denizde hem karada işletiyordu parasını. Hiçbir çeşit kârdan geri kalmamak için, devlet arazisini işletme işine girmişti. İşlerini tam yoluna koymuşken, para su gibi akıp gelecekken ayrılıverdi aramızdan.
   İnsan, yarınına bile sahip değilken, yaşamını düzenlemeye kalkmak ne budalaca bir iş! Uzun hayaller peşinde koşanlar ne kadar akılsız! "Satın alacağım, yapı yapacağım, borç alacağım, görevler üstleneceğim! Ardından da yorgun ve olgun bir ihtiyarlığı dinlenmeye çekeceğim!" İnan bana her şey talihli insanlar için bile kuşkuludur. Hiç kimse ilerisi için kendisine bir şey vaat etmemeli. İnsanın avucunun içinde şey bile kayıp gidiverir avucundan; bir rastlantı, avucumuzun içinde sandığımız saatte bile koparır onu bizden. Zaman belli yasalara göre akıp gidiyor, karanlıklar içinden; benim için kesin olmayan şey, doğa için kesin olmuş, ne ilgilendirir beni? "Uzun deniz yolculuklarına çıkarız, yabancı kıyılarda dolaştıktan sonra yurda geç döneriz" diye planlar kurarız; "Askerlik mesleğine gireyim, kışla işlerinin geç gelen kârını alayım, praetor(ülkeyi yöneten) olayım, görevden göreve geçeyim," deriz. Öyle ama ölüm yanı başımızda; onu hep bize yabancı diye düşünürüz; ama o, ölümlülüğün örneklerini çarpıverir yüzümüze ansızın, şaşkınlığımız kadar sürüp giden bir an içinde! Her gün olabilecek bir şey bir gün oluvermesine şaşmak ne kadar akılsızca bir iş! Kaderlerin bükülmez kolu her birimize bir yerde bir son belirlemiştir; ne var ki hiçbirimiz bu sona ne kadar yakın olduğumuzu bilmeyiz. O halde biz ruhumuza sanki son sınıra gelmiş gibi bir düzen koyalım. Hiçbir şeyi ileriye atmayalım. Her gün hesaplaşalım yaşamlar. Yaşamın en büyük hatası şu: Her zaman tamamlanmamış kalır, hep ertelenir bir şey. Her günkü yaşamının işlerini bitiren insanın zamana gereksinmesi olmaz. İşte bu gereksinmeden doğar korku, insanı yiyip bitiren yarının açlığı. "Gelecek günlerim nasıl olacak?" diye kuşku içinde olmaktan daha zavallı ne vardır? Ne kadar zamanın kaldı? Ya da nasıl bir yaşam kaldı? Zihin bu olasılıklar içinde, anlatılmaz bir korkuyla çırpınır durur. Bu burgaçtan kaçınmanın yolu nedir? Bir yolu var: Yaşamımız ilerisi için bir hesap yapmazsan, kendi içine çekilirse kaçınırız bundan. Çünkü bugününü boş geçiren, değerlendiremeyen insan, geleceğe bağımlı kalır. Kendime olan borçlarımı ödeyip, bir günle bir yüzyıl arasında fark olmadığı gerçeğini kabul edince, gelecek günleri, olayları yukardan seyrederek çağların sıra sıra geçişini hayal ederim neşeyle. Olasılıklara karşı senin kesin bir tutumun olursa, rastlantıların değişik, oynak olması niçin altüst etsin seni?
   O halde Lucilius'um acele et yaşamakta, her gününü ayrı bir yaşam say. İşte buna uyan insanın yaşamı, her günü ayrı bir bütün olursa huzur içindedir. Hep umut içinde yaşayanların için en yakın zaman bile kayar gider, onu yerini çok zavallı bir açgözlülük ve her şeyi çok zavallılaştıran bir şey alır: Ölüm korkusu.
   Yaşamak ihtirasından kurtaralım kendimizi; günü gelince nasıl olsa katlanmak zorunda kalacağımız şeye ne zaman katlanacağımız önemli değildir. Önemli olan iyi yaşamaktır, uzun yaşamak değil! Çok kez de uzun yaşamamak iyi yaşamın koşuludur.


26.9.22

#96

Arka planda

#96

Bir nefes alıyoruz zamanın içinden, bir yudum daha hayattan; sürüp gitmesinden biraz önce tatsız bekleyişlerin; ellerimiz harflerin inatçı güçlerinde ve unutulacak bir sayfanın üstünde. Hatırlatmaktayken, sözlerimiz çırpınarak insana, yaşamı ve sayılı günlerini; gökyüzü koyulaşarak mavi bir suskunlukla hazırlanıyor; bu gecenin kâr yağışına, bir gülümseyiş yüzlerimizde.
 

13.8.22

#Felsefe Notları - 10

Arka planda 

#Felsefe Notları - 10

En Kötü Ne Olabilir?

   Dikkatli kişi, başına gelebilecek kötülükler hakkında ara ara düşünür taşınır. Bunu elbette o şeylerin önüne geçebilmek için yapar. Mesela bazıları, hırsızlık amacıyla evine ne şekillerde girebileceğini düşünüp bunların önünü almak için kafa yorar. Kimisi de zihnini, yakalanabileceği hastalıklara yorar ki tedbiri ele alabilsin.
   Ama meydana gelmelerini önlemek için ne kadar uğraşırsak uğraşalım, gelip bizi bulan şeyler yine olacaktır. Bu yüzden, başa gelebilecek kötü şeyler üzerine düşünmek için ikinci bir neden sunar Seneca. Bu şeyler hakkında düşünürsek tüm çabalarımıza rağmen yine de meydana geldiklerinde, üzerimizde bırakacakları etkiyi azaltmış oluruz: "Felaketi gelmeden gören, onun etki gücünü zayıflatır." Talihsizlikler en çok, der Seneca, "talihinin yaver gideceğini emin olanları bulur." Bu öğüdü Epiktetos da destekler: Unutmayın ki "her şey yok olmaya mahkûmdur." Bunun farkına bir türlü varamayıp değer verdiklerimizin hep var olacağını sanırsak elimizden alındıklarında muhtemelen kahroluruz.
   Başımıza gelebilecek şeyleri düşünmek için yukarıdakiler dışında üçüncü ve belki daha da önemli bir sebep bulunur. İnsanlar olarak doymak nedir bilmediğimizden neredeyse hep mutsuzuzdur. Arzu ettiğimiz şey uğruna onca ter döküp ona ulaşırız ve ardından, ilgimizi her seferinde kaybederiz. Tatmin olacağımız yerde canımız sıkılır ve bu sıkıntı karşısında daha başka, daha büyük şeylere kayar gönlümüz.
   Shane Frederick ve George Loewenstein adında iki psikolog, bu fenomen üzerine çalışmış ve buna bir ad takmışlardır: Hazza Alışma (hedonic adaptation). Alışma sürecini açıklamak üzere piyango talihlilerini inceleyen çalışmaları örnek gösterirler. Genellikle, kendine piyango çıkan kişi, hayallerini süsleyen hayatı yaşamaya başlar. Gel gelelim, baştaki sarhoşluk evresi ardından bu talihliler, önceki mutluluk seviyelerine dönerler. O sağı solu pas içinde kalmış arabalarını ve daracık apartman dairesini nasıl kanıksamışlarsa gıcır gıcır Ferrari'nin ve malikânenin de kıymetini bilmez olurlar.
   Hazza alışmanın bu kadar dramatik olmayan bir başka biçimi, tüketim malı satın aldığımızda meydana gelir. Başta, aldığımız geniş ekran televizyondan veya zarif deri çantadan memnunuzdur. Oysa bir zaman sonra, elimizdekileri hor görmeye başlar ve kendimizi, daha geniş ekranlı bir televizyon veya çok daha pahalı bir çanta özlemi içerisinde buluruz. Yine benzer olarak hazza alışmayı, kariyerimizde de tecrübe ederiz. Bir zamanlar filanca mesleği yapmanın hayalini kurmuş olabiliriz. Nihayet hayallerimizi süsleyen o işe girmekten son derece memnunuzdur fakat çok geçmeden tatminsizlik emareleri baş gösterir. Aldığımız paradan, iş arkadaşlarımızdan hatta patronun bizdeki potansiyeli görememesinden yakınır dururuz.
   Hazza alışmayı ikili ilişkilerde de yaşarız. Rüyalarımızdaki erkekle veya kadınla tanışır, fırtınalı bir flört döneminin ardından nikâhı basıveririz. Başta adanmışlık sevinci içindeyken çok geçmeden karşı tarafın kusurları kafamızda dönüp durmaya başlar. Derken bir de bakarız, yeni bir ilişkiye başlama hayalleri kurmaktayız.
   Alışma süreci neticesinde insanlar, kendilerini bir tatminsizlik çarkı içinde kısılmış bulurlar. Doyurulmamış bir arzuları olduğunun farkında varıp mutsuz olurlar. Bu arzuyu gerçekleştirmek için, ancak o zaman tatmin olacaklarına inanarak durmadan çalışırlar. Oysa sorun, arzuladıkları şeye eriştiklerinde bu şeyin hayatlarındaki varlığına alışmaları, onu kanıksayıp arzulamaktan vazgeçmeleri veya en azından baştaki kadar arzulamamalarıdır. Sonuçta, arzularını doyurmadan önce memnuniyetten ne kadar uzaklarsa yine o halde bulurlar kendilerini.
   Öyleyse mutluluğun anahtarlarından biri, alışma sürecinin önünü almaktan geçer: Uğruna ter döktüğümüz şeyleri elde eder etmez, onları kanıksamaktan kendimizi alıkoymak için tedbirler almamız gerekir. Bu tip tedbirlere daha önce başvurmadığımızdan; belki eşimizin, çocuklarımızın, evimizin, arabamızın ve mesleğimizin de dahil olduğu, sahip olmayı bir zamanlar ancak hayal edip artık kanıksadığımız pek çok şey söz konusudur.
   Demek ki alışma sürecinin önünü alacak bir yol bulmak şöyle dursun, bu süreci tersine çevirmek de gerek. Yani, hâlihazırda sahip olduğumuz şeyleri arzulamamızı sağlayacak bir teknik geliştirmeli. Dünyanın dört bir köşesinden binlerce yıldır insanlar, arzunun işleyişi üzerine düşünüp taşınmışlar ve şu sonuca varmışlar: Mutluluğu yakalamanın en kolay yolu, elimizde olanı istemektir. Söylemesi kolay, doğruluğuna da şüphe yok ama marifet, bunu hayata geçirmekte. Sahi, zaten elimizde olanı arzu etmeye kendimizi nasıl ikna ederiz?

William B. Irvine - Güzel Yaşam Kılavuzu



6.8.22

#95

Arka planda

#95

Bir sayfanın çevrilişiyle bugünün biten günbatımı son kez hatırlanıyor. Savruluşumuz arasında hani, farkına varırsak bir ân için benliğimizin, bedenimizin, nefeslerimizin ve varmak üzere olduğumuz sonumuzun, bir kez daha susacağız anlamsızlığın karşısında. Gecenin bu beter karanlığı sarıyorken etrafımızı, baharın sımsıcak yeşilleri ve beyazı şimdi dokunulmaz, ulaşılmaz bir el uzaklığında. Gözlerimiz, bakışlarımız sararırken şu loş odamızda, bir hisle doluyor göğsümüz ve yitip giderken bu kelimeler size ulaşmakta geç kalıyor...
 

24.7.22

#94

Arka planda 

#94

Yağmurun hafif tıkırtılarıyla, damlaların konuşmalarına yakın olabilmek güzel; çamların değişmez yeşilini gülümseten şu günde olabilmek güzel; vazgeçip yaşamın beliren yönünden, benliğinle yan yana oturabilmek güzel; korkmadan her defasında yokluğun yerini hatırlamak, bilmek güzel; bulanıklaşan hayatın görüntüleri ardından yılmadan, bıkmadan kendine seslenmek güzel.
 

2.7.22

#Felsefe Notları - 9

Arka planda 

#Felsefe Notları - 9

Akıllıca bir Mizantropi

(Mizantropi: insanlardan ürkmek, nefret etmek veya sevmemek)
  
  Eğer davranışlarımızla ilgili bize yöneltilen sağlam eleştirileri dikkate alıyor, hırslarımızla ilgili endişeleniyor ve onları dert ediniyorsak, eğer başarısızlıklarımızla ilgili kendimizi yeterli ölçüde sorumlu hissediyorsak; üstelik bütün bu gereklilikleri yerine getirmemize karşın toplum hâlâ bizi aşağı bir statüde yer almaya layık görüyorsa, işte o zaman Batı geleneğinin en önemli filozoflarından bazılarının izinden gittiği bir yaklaşımı biz de pekâlâ benimseyebiliriz. Etrafımızı saran değerler sisteminin hoşumuza gitmeyen yönleriyle ilgili paranoyaya kapılmaksızın, aşırı derecede kendimizi savunmaya ya da gurur maskesinin ardına saklanmaya kalkışmadan, basitçe "akıllıca bir mizantropi" adını verebileceğimiz bir duruş edinebiliriz kendimize.
 
   Felsefecilerin uzun yıllardır öne sürdükleri ana düşüncelerden birine göre, başka insanların yargılarını eni konu ele aldığımızda, önce bizi biraz üzen ama ardından yüreğimizi ferahlatan bir sonuca varırız: Toplumun çoğunun görüşleri, çoğu konuda, olağanüstü yanılsamalı ve hatalıdır aslında. Kendisinden önceki ve sonraki filozofların nesiller boyu sergiledikleri mizantropik yaklaşımı söz döken Chamfort, meseleye çok basit bir yerden bakmıştır. "Halkın görüşü, görüşlerin en beteridir."
   
   Halkın görüşlerinin bu derece kusurlu olmasının temel nedeni, halkın, görüşlerini akılcı düşüncenin dikenli ellerine teslim etmekten kaçınması ve bunun yerine sezgilere, duygulara ve geleneklere bel bağlamasıdır. "Emin olun ki genel olarak kabul gören her fikir ve toplumun onayladığı her kavram eninde sonunda salaklığın daniskasıdır; çünkü çoğunluğun ilgisini çekmeyi başarmıştır" diye bir gözlemde bulunuyordu Chamfort. İnsanların öve öve bitiremedikleri toplumsal yargılarınsa aslında toplumsal saçmalıklar olduğunu da sözlerine ekliyordu. Toplumsal yargılar; aşırı basitleştirmenin, mantıksızlığın, önyargıların ve sığlığın elinde kurban olmuş düşüncelerde oluşuyordu: "En absürd gelenekler ve en komik törenler şu cümlenin söylenmesiyle bir anda mazur görülüyor: ne yapalım, gelenek böyle."
 
   Halkın görüşlerinin son derece sığ olduğunun bilincine varmak biraz acı verebilir belki; ancak bu fark edişle birlikte statü endişemiz biraz dinebilir, başkalarının bizim hakkımızda iyi şeyler düşünmeleri gerektiği konusundaki bitmek bilmeyen tutkularımız ve sevildiğimize dair dur durak bilmeden işaretler arayan alıngan halimiz ortadan kalkabilir.
   Başkalarının onayını alma ihtiyacımız temel olarak iki tür nedene dayandırılabilir: ilki cismani nedenlerdir, çünkü toplumun bizi hor görmesi fiziksel rahatsızlığa ve tehlikeye yol açabilir; ikincisi psikolojik nedenlerdir, çünkü eğer başkaları bize saygı göstermezse bizim kendimize olan güvenimiz tehlikeye düşebilir.
   İşte bu ikinci sırada yer alan psikolojik nedenlere bağlı hislerden sıyrılabilmek için felsefi bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Çünkü felsefi bir yaklaşımla birlikte, her bir karşı çıkışın ve hor görülmemizin bizi yaralamasına izin vermek yerine başkalarının davranışlarındaki adaleti sorgulama fırsatımız olur. Böylece bir yargının bizim kendimize güvenimizi sarsabilmesi için yalnızca bizi kahretmesi yeterli değildir, aynı zamanda doğru bir yargı olması gereklidir. İnsanlardan onay beklerken mazoşistik bir süreç içine girmekten kaçınır ve onların görüşlerinin gerçekten dinlemeye layık olup olmadığını sorarız önce kendimize. işte bu sorgulamanın sonucunda da bize sevgi göstermelerini beklediğimiz insanların zêkalarının yakından inceleme fırsatı bulur ve aslında onlara yeterince saygı göstermediğimizi fark ederiz.
   İşte o zaman nefretle dolar içimiz ve başkalarının bizi aşağıladığı ölçüde biz de onları aşağılamaya karar veririz. Felsefe tarihi boyunca sayısız örneğine rastladığımız mizantropik duruşun ta kendisidir bu.

   "İnsanların akıllarında dönüp duran düşüncelerin batıl ve gereksiz bir doğası olduğunu; görüşlerinin sığ, duygularının değersiz, yargılarının saçma, hatalarınının da sayısız olduğunu gerçekten kavrayabildiğimizde ve tüm bunlara dair yeterince bilgi sahibi olduğumuzda, bize gerekli olan kayıtsızlığa erişmiş olacağız... İşte o zaman, başkalarının görüşlerine fazlasıyla değer veren kişinin, aslında onlara hak ettiğinden fazla şeref bahşettiğini anlayacağız." demişti Schopenhauer. Kendisi, mizantrop filozofların önde gelen örneklerinden biriydi.
   Ünlü filozof Parerga and Paralipomena (1851) adlı eserinde başkaları tarafından hoş karşılanma ve sevilme ihtiyacımızı ortadan kaldırabilmek için yapılabilecek en iyi şeyin, onların gerçek karakterlerine odaklanmak olduğunu ileri sürdü. Çünkü Schopenhauer'e göre insanlar büyük ölçüde salak yaratıklardı, insanlıktan uzaktılar. "Dünyanın her yerinde toplumun en önde gelen eğlencelerinden biri iskambil oynamaktır. İskambil oyununun bu derece yaygınlaşmış olması toplumların değer düzeylerini ve bütün fikirlerinin apaçık iflasını ortaya koyan bir durumdur" diyordu. Üstelik iskambil oynayanlar genelde sinsi ve ahlaksızdı: "Namussuz alçak terimi ne yazık ki bu dünyada çok sayıda insan için kullanılabilecek bir terimdir." İnsanlar kötü niyetli olmadıkları durumlarda da ahmakça davranıyorlardı. Schopenhauer, Voltaire'in sözlerini onaylayarak alıntılıyordu: "Dünya, konuşmaya bile değmeyecek insanlarla doludur."
   Schopenhauer soruyordu: Bu insanların görüşlerini gerçekten ciddiye alabilir miyiz? Onların o ahmakça yargılarının bizi yönetmesine izin vermeyi sürdürecek miyiz? Kendimize olan saygımız, bir grup iskambil tiryakisinin ellerine teslim edilebilir mi? Bu saygı ne kadar değerli olabilir? Ya da Schopenhauer'in sözleriyle aktaracak olursak: "Bir müzisyene, bir iki kişi dışında seyirci kitlesinin tümüyle sağırlardan oluştuğu söylenecek olsa, müzisyen yine de seyircinin coşkulu alkışı karşısında kıvanç duyabilir miydi acaba?"

   Aslında önümüzü gayet aydınlatan bu insanlık eleştirisi, tek bir dezavantaj içerir: bu düşüncenin sonunda yanımızda yöremizde pek arkdaşımız kalmaz pek. Schopenhauer'in yine kendisi gibi mizantropiden mustarip arkadaşı Chamfort bu durumu şu sözlerle dile getirmiştir: "Yalnız ve yalnız bize ahlaklı ve erdemli bir yaklaşım sergileyen, sağduyuyla ve akıl gücüyle hareket etmesini bile insanları göreceğimize; gelenek göreneklerin etkisinde kalmayan, toplumun sahte nezaketlerinin gerektirdiği törenleri ve saçmalıkları es geçebilen insanlarla görüşeceğimize karar verdiğimizde; yani bir kez bu kararı verdiğimizde (zaten bu kararı vermezsek eğer, yaşamımızı salaklık, zayıflık ve kötü niyetle geçirmek zorunda kalırız), hemen hemen tamamını yalnız geçireceğimiz bir yaşamla karşı karşıya kalırız."
   Schopenhauer bu yalnızlık olasılığını seve seve kabul etti. "Dünyada tek bir seçim vardır: kişi ya yalnız olmayı ya da kabalığı seçer" diyor, gençlere, yalnızlıkla nasıl başa çıkılacağının öğretilmesi gerektiğini söylüyordu ısrarla: "Çünkü insan ne kadar az başkalarıyla iletişim kurmak zorunda kalırsa o kadar iyi durumda demektir." Schopenhauer'e göre aklı başında herkes insanlarla bir süre yaşadıktan ve çalıştıktan sonra "toplumsal yaşamdan elini eteğini çekmek isteyecektir; bir okul müdürünün, etrafını saran gürültücü ve yaygaracı çocukların oyununa katılmak konusunda ne kadar niyetsiz ilse, o da etrafındakilerle iletişim kurmak konusunda o kadar niyetszi ve isteksiz olacaktır."
   Ancak kişinin insanlardan uzak durmaya karar vermiş olması, illa ki yanında hiç arkadaş istemediği anlamına gelmemelidir. İnsanlardan uzak durma kararı, kişinin elinde olanlarla tatmin olamadığını ima eder aslında. Chamfort'un sözleriyle ifade edecek olursa: "Yalnız yaşayan adamın toplumdan nefret ettiği söylenir çok kez. Oysa haydutların gezdiği bir ormanda yürümeyi sevmeyen bir adamın yürümekten hiç mi hiç hoşlanmadığını söylemek gibi bir şeydir bu."

   Toplumdan uzak, kendi köşelerinde araştırmalar yürüten filozoflar, dışarıdan gelecek onay ya da yergilerin izini sürmek yerine kendi içsel bilincimize kulak kabartmamız gerektiğini söylerler bize. Önemli olan, tümüyle rastlantı sonucu bir araya gelmiş bir grup insana nasıl göründüğümüz değil, kendi bildiğimiz halimizle ne olduğumuzdur.


Alain de Botton - Statü Endişesi






11.6.22

#93

 Arka planda

 #93

Akşamın hafif yağmuru usulca süzülmekte mahallenin sakin sokaklarında, insanlar bir odadan diğerine yürümekte kendi duvarlarının arasından, çınarların uç dallarından yapraklar bırakıyorlar kendilerini meçhul halleriyle gökyüzüne, serçeler kondukları ânda üşüyorlar; birbirilerine bakarken, ıssız çırılçıplak kışın başlarında ve güneş hiç göstermeden kendini, uzaklaşıp gidiyor gri bulutların ardından. 


19.5.22

#92

Arka planda 

#92

Pencerelerin yanıp sönen sarı sıcak ışıklarından kayarak akıp giden gecenin içinde; odalarımızda kendi kendimizle bakışan hallerimizden eksilerek azalıp biten sevgimizin gücünde; şarkılarımızda yeniden ve yeniden oluşturulan ândan yetinmeyerek tekrarlanan çâresiz hallerimizin nedeninde; doldurulan kadehlerin sallantılarından hareketlenerek tutuşup yiten alevli hislerimizin âhenginde; kesişti yolu insanın, yaşamın gözden kaçan tozlu bir rafıyla.


30.4.22

#Felsefe Notları - 8

Arka planda 

#Felsefe Notları - 8

   Büro saat altıda boşalmaya başlıyor, bir saat sonra sadece acil sunumlar ve raporlar üzerinde çalışanlar kalıyor ve bunların bazılarının masa başında karşıladığı uzun gece, saat bir civarında gelen Coca-Colalar ve pizzalarla kesintiye uğruyor.
   Güneş ufka yaklaşırken gökdelenin cam kaplamasına portakal rengi bir ışık düşürüyor. Bugün başarılan neydi?  Çalışanlardan biri bir müşteriye Slovenya'dan elma ithalatının karmaşık vergileri hakkında tavsiyelerde bulundu. Bir diğeri, beş batı Afrika ülkesindeki satış vergilerinin karşılaştıran bir makale yazdı. Üçüncüsü tanıtım kartları verdi ve gelen üç yüz telefonu kaydetti. Bu başarılanların, zaman perspektifinden bakınca önemlerini bir miktar yitireceğinden kuşku yok. 29 Temmuz gününün öğleden sonrasının ajandası, bundan 3 yıl sonrasında, bir zamanlar titiz bir şekilde, iş arkadaşlarıyla yapılacak toplantılara ayrılan birer saatlik kısımlara bölünmüş olmalarına karşın, artık onların isimleri bile seçilemez olup, neredeyse tamamen anlaşılmaz hale gelecek.
   Danışmanlık Servisi'nden bir çalışan, her akşam yaptığı gibi Kent'e dönmek üzere London Bridge istasyonuna gidecek ve yol üzerindeki süpermarkette durup bir şişe şarap ve peynir soslu tavuk göğsü alacak. Gün boyunca binadan hiç çıkmamış, çünkü bir Amerikan medikal diagnostik firması tarafından yapılmış yatırımların grafik analizini hazırlamakla ve Denver'deki bir proje üzerinde çalışan iş arkadaşlarının e-postalarını yanıtlamakla uğraşmış. Klimalı binadan dışarı adımını attığında, dışarıdaki havanın ne kadar sıcak olduğunu, nehrin ne kadar eskilerden kalmış gibi göründüğünü, yaşayan ne kadar çok insan olduğunu ve bu insanların boyutlarının ve davranışlarının birbirlerinden ne kadar değişik olduğunu fark edip şaşırıyor.
   İstisna bir şekilde, bu gece vagonun yarısı ona kalıyor. 12 yıldır hep aynı yolculuğu yapıyor. Yaz güneşinin yatık gelen ışığında, dümdüz kırlardan yükselen biçilmiş ot kokusu pencerelerden girerken nostaljiye kapılıyor. Ayaklarını karşısındaki koltuğa uzatıyor ve geçmişe, her şeyin hemen hemen aynen böyle göründüğü, havanın aynen böyle sıcak ve açık olduğu, fakat annesinib hâlâ hayatta, çocuklarının doğmamış ve kendisinin henüz boşanmamış olduğu başka gecelere gidiyor. Bir zamanlarki tüm o zor, gereksiz ve üzücü şeyleri düşünüyor, ama kendi kusurlarını ve kaçırdığı fırsatları da yukardan, uzaktan, sakin ve dokunaklı bir bakış açısıyla görüyor, sanki yaşamı kötü bir melodramdan başka bir şey değilmiş ve kendisi de bu filmin yarı sempatik, yarı iğrenç kahramanıymış gibi.
   Apartman dairesi sessiz ve suçlu. Muhasebeci, Thames kıyısında IT ile toplantı yapar ve bir stajyere karşı sinirlerine hakim olmaya çalışırken burada hiçbir şey yerinden kıpırdamamış. Sabah duşundan sonra banyo havlusunun aceleyle kanepenin üzerine atılmış olduğunu görüyor. İşin zorluğu, böyle bir günü nasıl sona erdireceğini bilmekte. Kafası, bürodaki işler yüzünden, en yüksek konsantrasyona kurulu bir yay gibi. Sanki reflekslerini amansızca sınayan bir bilgisayar oyunu oynuyormuş da, bilgisayarın fişi birdenbire çekilivermiş gibi hissediyor kendini. Sabırsız ve huzursuz, fakat aynı zamanda da bitkin ve kırılgan bir halde. Önemli hiçbir şeye girişebilecek durumda değil. Bir şey okumak olanaksız elbette, çünkü samimi bir kitap yalnızca zaman değil, metnin etrafında, benzetmelerin ve gerilimlerin ortaya çıkacağı ve çözüleceği, bomboş bir duygusal çayır da gerektirir. O, hayatında daima tek bir şeyi iyi yapacak galiba.
   Yorgunlukla gergin bir enerjinin bu tuhaf karışımı için işe yarar tek çözüm şarap. Büro uygarlığı, kahve ve alkolün etkisinde sert kalkış ve inişler olmadan işlemeye pek elverişli değil. Son işlem, bir Şili şarabının ve akşam haberlerinde günün suçlarının ve felaketlerinin uyku getiren, tümüyle dertsiz bir şekilde tekrarının şefkatli rehberliğinde gerçekleşecek.

                                   

 Alain de Botton - Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı*

16.4.22

#91

Arka planda

#91

Ağaçların gölgesinin en koyusunda buluşalım, belirgin bir sakinliğin içinde. Esen soğuk rüzgarlarıyla sonbaharın; salınan giderek yalnızlaşan dalların, etrafa süzülen sarı yaprakların yanıbaşında.
Beklemezken; hiç, geleceğini...
 

22.3.22

#90

Arka planda 

#90

Akşam sarısında, uzaklara atılan yılgın bakışlarımızda belirsiz bir yorgunluk seziliyor. Samimi oturmalarında sıcak kış bahçelerinin, duyulan sohbetlerinde tanınmaz insanlığın, bittikçe tükenen günlerimizin, haykırılsa da aldırmazlığında düşüncelerimizin; ardında yine kendimiz varız. Odaklanmış halde belli bir ân'ın şahitliğine; elden kaçırarak daima tutulamaz, bulunamaz gerçek hâlin.


12.3.22

#89

Arka planda 

#89

"Nereye baksam, seni görüyorum
 Neyi işitsem, seni duyuyorum
 Hayatımı arıyorum
 Hayatımı ellerine bırakıyorum

 Neye tutunsam, yıkılıyorum
 Nereye gitsem, kayboluyorum
 Sıcaklığını arıyorum
 Hayatımı ellerine bırakıyorum

 Ne kadar ölsem, diriliyorum
 Şu koca kainatta, seni özlüyorum
 Hayatımı ellerine bırakıyorum."

-Açık Seçik Aşk Bandosu
 

18.2.22

#Felsefe Notları - 7

 #Felsefe Notları - 7

      Teknolojimiz ne denli güçlü ve şirketlerimiz ne denli karmaşık olursa olsun, modern çalışma yaşamının en dikkati çeken özelliği belki de, sonuçta bakış açımızın bir yönüne kaynak oluşturan içsel bir olgudur: Yaptığımız işin bizi mutlu gerektiği yolunda, çoğu kişi tarafından paylaşılan bir kanıdır yani. Tüm toplumlar işe daima çok büyük önem vermiştir, ama çalışmanın bir ceza yahut eziyet olmadığını düşünen ilk toplum bizimkisidir. İlk kez biz, finansal bir zorunluluğun yokluğunda bile çalışmamız gerektiğini düşünüyoruz. İş seçimimizin bizim kimliğimizi belirleyeceği o denli benimsenmiştir ki, yeni tanıdığımız kişilere sorduğumuz en ısrarlı soru, nereli oldukları ya da ana babalarının kimler olduğu değil, ne yaptıklarıdır ve anlamlı bir varoluşa giden yolun mutlaka, kazançlı bir iş kapısından geçmesi gerektiğine dair varsayım çok güçlüdür.
      Bu her zaman böyle değildi. M.Ö. 4. yüzyılda Aristo, insanın ruhsal tatminiyle parasal durumunun arasında yapısal bir uyumsuzluktan söz ettiğinde, iki bin yıldan daha uzun sürecek bir yaklaşımı dile getiriyordu. Çünkü Yunan düşünüre göre, finansal ihtiyaç kölelere ve hayvanlara mahsustu. Kol emeği, aklın tüccar yanları gibi durumlar psikolojik bozukluğa yol açardı. Yurttaşlara, müziğin ve felsefenin armağan edeceği yüksek zevkleri yaşama fırsatını ancak, özel bir gelir ve boş geçen bir yaşam verebilirdi.
      Erken Hristiyanlık Aristo'nun yaklaşımına, çalışmanın getireceği sefaletin Adem'in günahlarından kefaret etmek için uygun ve güvenli bir yol olduğu şeklinde, daha da karanlık bir doktrini kattı. Yeni bir ses ancak Rönesans gelince duyulmaya başlandı. Leonardo ve Michelangelo gibi büyük sanatçıların biyografilerinde, pratik çalışmanın şeref ve şanından ilk kez söz edildiğini duyarız. Bu yeniden değerlendirmelere ilk önceleri sadece sanatsal çalışmayla ve hatta bunun en yüceltilmiş örnekleriyle sınırlıysa da, zamanla hemen hemen tüm uğraşları kapsar hale geldi. 18. yüzyılın ortalarında Diderot ve D'Alembert, Aristo'nun tavrına doğrudan karşı çıkarak, ekmek yapmada, kuşkonmaz ekmede, bir yel değirmenini kullanmada, demirden gemi çapası yapmada, kitap basmada ve bir gümüş madenini işletmede var olan özel dehayı ve zevki kutsayan makalelerle dolu, 27 ciltlik Encyclopedie'lerini yayınladılar. Bu metinlere, bu tür işlerin yapılmasında kullanılan aletleri gösteren resimler eşlik ediyordu.

 
Bunların arasında kasnaklar, maşalar ve mengeneler, okuyucuların tam olarak ne işe yaradığını her zaman anlamayabileceği, ama yine de, ustalık gerektiren, saygın amaçlara yönelik bir çabaya yardım eden şeyler olduğunu kabul edecekleri birtakım aletler vardı. Alexandre Deleyre, Normandiya'daki bir iğne yapım atölyesinde bir ayını geçirdikten sonra, bir metal kütlesini, düğmeleri dikmede kullanılan ve genellikle pek dikkat edilmeyen o becerikli aletlerden birine dönüştürmek için gereken 15 aşamanın saygıyla tarif edildiği, Encyclopedie'nin belki de en etkileyici makalesini yazdı.
      Ciddi bir bilgi özeti olmak iddiasındaki Encyclopedie aslında, çalışmanın soyluluğuna yazılmış bir şükran şarkısıydı. Diderot, "Sanat" adlı bölümde, sadece 'liberal' sanatlara (Aristo'nun Müzik ve Felfesesine) saygı gösterip, bunların (saat yapmak ve ipek dokumak gibi) mekanik eşdeğerlerini görmezden gelenlere çatarak, içindekileri açığa vurdu: "Liberal sanatlar kendi övgü şarkılarını yeterince söyledi; şimdi seslerini mekanik sanatları övmek için çıkarmalılar artık. Liberal sanatlar, mekanik sanatları, çok uzun zamandır önyargılarla yaklaşılmalarına yol açan aşağılamalardan kurtarmalıdır."
      18. yüzyıl burjuva düşünürleri böylece, Aristo'nun formülünü baş aşağı çevirdiler: Yunanlı düşünürün boş gezmekle özdeşleştirdiği ruhsal tatminler bu kez çalışma dünyasına aktarılırken, finansal bir karşılığı bulunmayan işlerin önemi tümüyle boşaltılıp, bunlar eğlence meraklısı kişilerin rastgele gösterdiği bir ilgi durumuna düşürüldü. Bir zamanlar, çalışan birinin insan olması mümkün değil gibi görülmüşken, şimdiyse boşta gezen birinin mutlu olması mümkün görünmüyordu.
      İşle ilgili yaklaşımlarda görülen bu evrimin, aşka dair düşüncelerde de şaşırtıcı paralelleri vardı. 18. yüzyıl burjuvazisi bu konuda da, zevkli olan gerekli olana bağladı. Cinsel tutkuyla, bir aile biriminde çocuk büyütmenin pratik gereksinimleri arasında bir çelişki bulunmadığını ve dolayısıyla -tıpkı bir parasal kuruluştan zevk alınabileceği gibi- evlilikte de aşk ilişkisi olabileceğini savundular.
      Avrupa burjuvazisi bizimi hâlâ mirasçısı olduğumuz bu gelişmeleri başlatarak, gerek evliliği, gerekse çalışmayı, o güne dek aristokratlar tarafından karamsar - yahut belki de gerçekçi- bir şekilde, sadece aşk maceralarında ve hobilerde görülebilen ruhsal tatminler diyarına terfi ettirecek ciddi adımlar attı.
                           

                    Alain de Botton - Çalışmanın Mutluluğu ve Sıkıntısı*

1.1.22

#88

 #88

Père Lachaise Mezarlığı - Paris

Gelin bugün farklı bir yazı olsun. Ocak 2020'nin ilk günlerinde adımladığım Paris'in filmlere konu olmuş mezarlığı Pere Lachaise'e doğru gidelim. Yeni yılın ilk ve sakin gününde bir şeyler yazmak, geriye doğru bazı unutulmuş hisleri hatırlamak amacıyla.

Günlerden bir pazar 12 Ocak 2020'de Paris'te kapalı bir hava vardı, olağan olarak ama bu yazının havasıyla gayet uyumluydu. Pere Lachaise'e yürüyerek gitmeyi planladım kaldığım yerden, 5 km'lik bir rota oluştu, bu şekilde şehri yürüyerek keşfetme şansım da vardı.
 
Yoldan birkaç bakış açısı vermeden devam etmeyelim elbette. 
 


Yolumda ilerlerken Bastille Meydanı yakınlarında bir pazar yeri dikkatimi çekti, Ayhan Sicimoğlu'nun Paris Gezisi bölümünde bu pazara uğramıştı, şaşırdım, sanıyorum o da bir pazar günü geziyordu ^^.
 

Şöyle bir yürüyüş yapıp reyonlarda yürüyüşüme devam ettim. Sonunda Paris'te mutlaka gideceğim dediğim yerlerden biri olan Pere Lachaise'in giriş kapısı kendini göstermişti.
 

Kapıda durup Ayhan Sicimoğlu'nun bölümde yaptığı gibi bir konuşma videosu çektikten sonra ilk adımlarımı attım kendisine.
Ayhan abinin konuşmasını merak edenler için buraya ekleyeceğim şimdi; (konuşma 14:30 ile 15:50 arasında)
 


İlk adımım öncesi Fazıl Say'dan Yaşamaya Dair'i açtıktan sonra kendimi etrafın görüntüleriyle yürümeye bıraktım.
 

 

 
Mezarlıkta ziyaret etmek istediğim kişiler vardı; Chopin, Edith Piaf, Oscar Wilde ve Ahmet Kaya'nın mezarlarına uğradım.Yürüyüş esnasında bir ara gözüm bir mezar taşına takıldı, üstünde buruşturulmuş kağıtlar, iki ucu açık kurşun kalemler vardı. Biraz tedirginlikle kim olduğunu anlamak için yaklaştığımda şu yazıyla karşılaştım. "Marcel Proust / 1871 - 1922" Garip bir tesadüftü, planlamıyordum kendisine uğramayı, şöyle birkaç saniye bakıştık. Sonra ben yoluma devam ettim. 
Fotoğraflar arasında Oscar Wilde'ın "Dorian Grey'in Portresi" kitabından alıntılar yapacağım.


"Sana gerçeği söylüyorum. Sahip olunan her türlü fiziksel ve zihinsel ayrıcalığın felâkete sürükleyen bir yanı vardır; devrik kralların sendeleyen adımlarında izini sürebileceğimiz türden bir felâket. Diğerlerinden farklı olmamak daha iyidir. Çirkinler ve aptallar bu dünyada her şeyin en güzeline sahiptirler. Kafaları son derece rahat, ağızları bir karış açık öylece oturup oyunu izleyebilirler. Zafer nedir bilmezler belki ama en azından, yenilgiyi de tatmazlar.Hiç istiflerini bozmadan, kayıtsız, gürültüsüz patırtısız yaşayıp giderler; tıpkı hepimizin yaşaması gerektiği gibi."


"Geçip giden her ay sizi korkunç sona biraz daha yaklaştırıyor. Zaman sizi kıskanıyor; gençliğinizin gülleriyle, zambaklarıyla savaşıyor. Zamanla renginiz solacak, yanaklarınız çökecek, gözünüzün feri gidecek. Öyle çok acı çekeceksiniz ki... Ah, gençliğinizin kıymetini bilin. En güzel günlerinizi sıkıcı şeyler dinleyerek, kaybetmeye mahkûm olanı kurtarmaya çalışarak, kendinizi cahil, kaba, adi insanlara adayarak heba etmeyin. Bunlar çağımızın hastalıklı amaçları, yanlış idealleri. Hayatınızı yaşayın! İçinizdeki o muhteşem yaşama sevincini açığa çıkarın! Hiçbir şeyi ıskalamayın. Hep yeni heyecanlar arayın. Hiçbir şeyden korkunuz olmasın... Yepyeni bir hedonizm; işte çağımızın ihtiyaç duyduğu şey budur. Siz bu felsefenin kanlı canlı sembolü olabilirsiniz. Sahip olduğunuz bu kişilikle yapamayacağınız şey yok. Dünya yalnızca bir mevsimliğine sizin... Sizi görür görmez, tam olarak ne olduğunuzun ya da ne olabileceğinizin farkında olmadığınızı anladım. Size dair öyle çok şey beni cezbetti ki size kendinizle ilgili anlatmam gereken şeyler olduğunu hissettim. Heba olup giderseniz çok yazık olacağı düşündüm. Gençliğiniz öyle kısa sürecek ki... Alelade kır çiçekleri solsa dahi yeniden açar. Şu sarısalkım seneye haziranda yine böyle sapsarı açacak. Şu asmanın üzerinde mor yıldızlar açacak; her sene yapraklarının yeşil gecesini mor yıldızlar kuşatacak. Oysa giden nazlı gençliğimiz bir daha geri gelmeyecek. Yirmi yaşımızın o kıpır kıpır neşesi sönüp gidecek. Elimiz ayağımız tutmaz olacak, duyularımız körelecek. Çirkin, zavallı birer kuklaya dönüşeceğiz. O çok korktuğumuz günahların düşüncesi aklımızdan hiç çıkmayacak. Ah gençlik ah! Şu dünyada gençlikten ötesi yalan."
 


"Aramızda, neredeyse ölmeyi dilediğimiz o rüyasız gecelerin ya da dehşet ve biçimsiz mutluluklarla dolu gecelerin ardından daha güneş doğmadan uyanmamış olanımız yoktur herhalde. Böyle gecelerde beynin odacıklarından, gerçeğinden bile daha korkunç, sinsice pusuya yatmış bekleyen hayaletler sızar ve hastalıklı hayallerin musallat olduğu marazi zihinlerin sanatı olarak görüler Gotik sanata bitmeyen zindeliğini veren bir yaşam gücünü beraberinde getirir. Böyle saatlerde titrek, beyaz parmaklar perdelerin arasından içeri süzülür. Hayali siyah nesneler, dilsiz gölgeler gelip odanın köşesine yerleşir. Dışarıda, yaprakların arasından kuş kıpırtıları, işe giden insanların sesleri, tepelerden inip gelen ve sanki hem uyuyanları uyandırmaktan çekinen, hem de uykuyu mor mağarasından çekip almak istercesine sessiz evin etrafında gezinen rüzgârın iç çekişi ve hıçkırışı vardır. İnce, karanlık tül perdeler katman katman kalkır, nesneler esas renk ve biçimlerine kavuşur ve biz yeni doğan güneşin, dünyayı kadim deseninde yeniden yaratışına şahit oluruz. Soluk benizli, yorgun aynalar var olanı taklit etme görevlerine kaldıkları yerden devam ederler. Sönmüş şamdanlar bıraktığımız yerde öylece durmaktadır; yanlarında incelediğimiz açık kitap, baloda yakamıza iliştirdiğimiz çiçek ya da okumaktan korktuğumuz - ya da aksine gereğinden fazla okuduğumuz- o mektup vardır. Bize hiçbir şey değişmemiş gibi gelir. Gecenin gerçekdışı gölgelerinin ardından alışık olduğumuz gerçek yaşam çıkagelir. Kaldığımız yerden devam etmek zorundayızdır; bıkkınlık verici tektipleşmiş alışkanlıkların sürdürülebilmesi için gerekli çabayı devam ettirme zorunluluğu omuzlarımıza çöker. Bazen bir sabah gözlerimizi, karanlıkta gönlümüze göre yeniden tasarlanmış bir dünyaya açmak için çılgınca bir istek duyarız; her şeyin yepyeni biçim ve renklere büründüğü, değişip dönüşebilen, sırlarla dolu, geçmişe dair hemen hemen hiçbir iz taşımayan, her tür bilinçli yükümlülükten ve pişmanlıktan azade, sevinçli anıların hüzünlendirip mutlu anıların acı vermediği bir dünya."
 

Mezar taşları arasından ilerleyerek Oscar Wilde'ın mezarını sonunda gördüğümdeyse, yakınlaşırken içimden şöyle geçiriyordum; "Romanda diyordun ki gençlik hayatta ki en önemli şeydir ve iyi de olsa kötü de olsa tecrübe hayatta çok kıymetlidir. Şuan dediklerini yapmaya çalışmış biri olarak burada bulunuyorum. Umuyorum haklısındır.."
 
Yaşamaya Dair'i dinleyerek mezarlıkta yürümek pek mantıklı bir hareket değilmiş, çünkü tekrar tekrar dinledikçe ve etrafın görüntüleriyle içimde farklı ve tam tanımlayamadığım şeyler hissetmeye ve tedirgin olmaya başlamıştım. Altta ki fotoğrafta ki görüntüyse artık müziği kapatıp, bu mezarlıktan çıkmam gerektiğini hissettirmişti o ân da. 



Bende öyle yaptım, çıkarken son bir şarkı açmak istemiştim şansıma ne gelirse diye. Spotify'daki "Père Lachaise'e doğru, Paris'te her adımda." listemden başlayan şarkı ise Duman - Yanıbaşımdan olmuştu.
 

Son olarak Pere Lachaise de alınmış bir kayıtla oluşturduğum videoyu bırakıp, yazıyı sonlandırıyorum.



ve son bir alıntıyla;
"Hayatın mahvolmasına gelince; gelişimi yarım kalmadıkça hiçbir hayat mahvolmaz."
Umuyorum yaşayacağımız bu yıl hayatımızın gelişiminin kaldığı yerden devam ettiği ve güzel günlerin yaşandığı bir yıl olur.
 
Görüşmek dileğiyle.
-Vios